19 Aralık 2012 Çarşamba


Çocuk sahibi olmamız, o çocuğun “sahibi” olduğumuz anlamına geliyor mu? Kızım artık genç bir insan ve ben bu soruyu kendime daha fazla soruyorum. Çok önemsediğim Lübnanlı şair ve filozof Halil Cibran, “The Prophet (Ermiş)” adlı eserinde yer alan şiirinde der ki;





Çocuklarınız, sizin çocuklarınız değildir.
Onlar, yaşamın kendisine duyduğu özlemin oğulları ve kızlarıdır.
Sizin aracılığınızla dünyaya gelmişlerdir, sizlerden değil.
Ve sizin yanınızdadırlar ama size ait değildirler.
Onlara sevginizi verebilirsiniz ama düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların kendi düşünceleri vardır.
Onların bedenlerine ev sahipliği yapabilirsiniz ama ruhlarına değil.
Çünkü onların ruhları, geleceğin evinde ikamet ederler ki sizler orayı düşlerinizde bile ziyaret edemezsiniz.
Onlara benzemeye çalışabilirsiniz ama onları kendinize benzetmeye çalışmayın.
Nitekim hayat, ne geriye doğru akar ne de dünle oyalanır.
Sizler, çocuklarınızın birer canlı ok gibi fırlatıldığı yaylarsınız.
Okçu, sonsuzluk yolundaki işareti görür ve sizi, kudretiyle büker ki oku hızla ve olabildiğince uzağa gitsin.
Kendinizi memnuniyetle okçunun eline bırakın.
Çünkü o, uçan oku sevdiği kadar yerinde durmasını bilen yayı da sever…

Anne olduğum, hatta anne olacağımı öğrendiğim andan itibaren dualarım ve dileklerimin ilk sırasını evladımın sağlığı, refahı, mutluluğu aldı. Onu hayatımın merkezine oturttum. Çünkü o benden ve sevdiğimden bir parçaydı, bizim bir parçamızdı. Zaten bir anne için evladını çok sevmenin gerekçesi olmaz. Açıklanamayan, açıklanmasına ihtiyaç duyulmayan bir sevgidir evlat sevgisi.
Dünyadaki ilk yıllarında bu sevgi, özen, ilgi mutlu ediyor evlatlarımızı. Her ağladığında yanında sizi görmek güvende hissettiriyor. Kızım bebekken hep onun yerine düşünürdüm. “Acıktım, üşüyorum, korkuyorum… ama bir dakika, annem geldi işte… artık herşey yolunda…” böyle düşündüğüne inanıp mutlu olurdum. Böyle düşündüğünü bilirdim, çünkü aramızda o bağ vardı. Doğumda kesilen göbek bağının yerini alan o görünmez bağ… Çocuğum artık bu bağ aracılığıyla benim duygularımdan besleniyordu.
O büyürken onunla tekrar büyüdüm ben de… Onunla okula başladım, kalem tuttum, çizgiler çizdim, heceler okudum. Sosyalleşirken, arkadaş edinirken onun deneyimlerine ortak oldum. Onun ilk heyecanlarını onunla yaşadım. Büyüme sancılarında hep yanında olmak, elini tutmak, kendisini güvende hissetmesini sağlamak istedim. İlk başarısı, ilk başarısızlığı, ilk arkadaş kavgası, ilk aşk heyecanı… Bunların hepsini benimle paylaşsın istedim ki sürekli etrafında olunca istese de istemese de kızım bunları benimle paylaştı.
Kızım büyüdükçe geleneksel anne kız çekişmelerimizin ana teması “ben senin istediğin gibi olmak zorunda değilim” oldu. Ona hep “benim tek istediğim mutlu olman” dedimse de fark ettim ki içten içe ona biçtiğim mutluluk, benim kafamdaki mutluluk tanımına uygun bir mutluluktu. Üstelik tanımlarımızın farklılığını, değişen zamana, kuşak farkına da bağlamamak gerekiyor aslında. Bu da çocuğumuzun iradesine haksızlık belki de… Elbette zaman her şeyi olduğu gibi kavramların içeriklerini de değiştiriyor. Kızımın benden farklı bir gelecek hayali, hayat çizgisi seçmesi sadece yeni zamanın getirisi değil, onun karakterinin, iradesinin getirdiği bir seçim.   
Bizden önceki nesillerde olduğu gibi bizim nesilde de hayatımızı çocuklarımıza adamamızın bir süre sonra biz onların sahibiymişiz gibi davranmamıza yol açtığına inanıyorum. Bu belki de böyle sürüp gidecek, yeni kuşaklar da farklı şekillerde müdahale edecekler çocuklarının hayallerine.  Belki “olamadığımız şeyleri olması için zorlamak” şeklinde olmasa da anne babalar hep çocuklarına kendi hayat anlayışlarını aşılamaya çalışacaklar.
Cibran’ın şiirindeki yay gibi hissediyorum. Ama itiraf ediyorum, okumun benden çok uzağa fırlamasından korkuyorum. Hep de korkacağım. Sanırım bu, hiç geçmeyecek bir ebeveyn hastalığı… Bugünkü oklar da fırlatıldıkları noktada yıllar sonra birer yay olduklarında aynı şeyleri hissedecekler.  

Hiç yorum yok: