30 Ekim 2012 Salı

KÜTÜPHANE KOKUSU
Çok sevdiğim “Adaş (Namesake)” kitabının yazarı Jhumpa Lahiri: “Kitapların en önemli özelliği, ayağınızı bile hareket ettirmeksizin seyahat etmenizi sağlamalarıdır” diyor. Ne de güzel diyor… Doğduğumuz andan itibaren çevremizden etkilenmeye başlıyoruz. Karakterimizin oluşumunda, genlerimiz kadar maruz kaldığımız bu etkileşimler de önemli bir rol oynuyor. İlk ve en büyük etkiyi yaratan aileyi, sosyal çevre takip ediyor. Ailemizden, çevremizden gelen etkiler belki de karakterimizin yapıtaşlarını oluşturuyor. Ancak bu etkileşimlerde bir noktaya kadar seçme hakkımız olmadığı inancındayım. Ailemizin değer yargıları, çevremizin “doğru ve yanlış” sınıflandırmaları içimize sinse de sinmese de maruz kaldığımız unsurlar. İnsanın kendisine sonradan katacağı her özellik, işte bu unsurların dışında kalanlar oluyor ve daha öznel olabiliyor.
Kişisel zevkler, alışkanlıklar, ilgi alanları bu noktadan sonra sahne alıyor hayatlarımızda… İzlediğimiz filmler, dinlediğimiz müzikler, öğrendiğimiz bilgiler, okuduğumuz kitaplar yavaş yavaş bizi “biz” yapan özellikleri oluşturuyor. Bu bağlamda, çok kısıtlayıcı ve sahte bulduğum “hobi” adlandırması yerine “kişisel zevk ve ilgiler” olarak değerlendirmeyi tercih ettiğim eylemler içinde bana en yakın geleni okumak… Lahiri’ye sonuna kadar katılıyorum. Kitapların insana bambaşka bir dünyanın kapılarını ardına kadar açtığına inanıyorum. Üstelik bu kapıdan giren herkes, bu dünyayı istediği şekilde algılamakta, yorumlamakta serbest.. Bu yüzden, “okumak özgürleştirir” diyorum.
Benim çocukluğumda, kütüphane vardı hayatımızda… Annemin yatak başucundan eksik olmayan kitapların yanısıra, “il halk kütüphanesi” ortamı, kitabevlerinde soluduğum “kitap kokusu” ve o kokunun beni alıp götürdüğü o büyülü dünyaydı beni kitaplara çeken… Kütüphanede kitap okumaya daldığımda kelimenin tam anlamıyla başka bir dünyada bulurdum kendimi… Kimi zaman dünyanın başka bir köşesinde, başka bir ailenin hayatına misafir olur; kimi zaman fantastik maceraların içinde bulurdum kendimi. Bazen de bizden, tanıdık hikayelere dahil olur, hayatıma benzeyen hayatları izlerdim. Kitabımdan başımı kaldırdığımda bir süre gerçek dünyaya uyum sağlayamadığım olurdu. Kütüphane kartlarımız vardı. O kartlar bile kitap kokardı. O kadar kıymetliydi ki benim için kütüphane kartım…
Bugün “alışverişe çıkmak” diyoruz ya, o zamanlar adı “çarşıya çıkmak”tı. Annemin çarşıdan dönüşünü dört gözle beklerdim. Her seferinde kitap alırdı annem. Altın Kitaplar vardı. Neredeyse her kitabını okumuştum. O kitaplar sayesinde Pollyanna’yı tanıdım. Oyuncak bebek beklerken koltuk değnekleri çıkmıştı kendilerine gelen yardım paketinin içinden… Üzüldüğünü görünce sevgili babası, onu karşısına almış ve “bu değneklerle yürümek zorunda olmadığın için sevinmelisin aslında” demişti. Babasıyla oynadıkları o meşhur “tatlı limon oyunu”, iyimserlik kavramını hayatıma sokmuştu.
Yıllar boyunca hayata bakışımı yönlendiren pek çok yazar ve kitapla tanıştım. “Okuma sevgisi” o kadar çok şeyi içinde barındırıyor ki en azından benim için… Bir anne olarak kendi annemden aldığım o muhteşem mirası kendi kızıma da bırakabilmiş olduğum için çok şanslı hissediyorum kendimi ve kızımı…
Bugünün çocuklarının hayatında kütüphane kokusu yok. Kitapçılar yok. Büyük alışveriş merkezlerinde kocaman kitabevleri var. Kitaplar daha süslü, albenili… Ama ben kendimi orada kitapçıda hissedemiyorum. O kokuyu alamıyorum. O büyüyü hissedemiyorum. Teknolojik gelişmeler hayatımıza ne katarsa katsın, kütüphanelerin eksikliğini hep hissedeceğiz. En azından ben hissedeceğim…